20 Ağustos 2025 Çarşamba

Türkiye’nin Dış Politika Serüveni: Kaçırılan Fırsatlar ve Büyük Tehditler

1990’lı yıllardan sonra önümüze büyük bir imkân açıldı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Türk âlemi ile yeniden temas kurma fırsatı doğdu. Orta Doğu’nun başsız kalışı da İslam âleminin yeniden birlik ve beraberliğe yönelmesini zorunlu kıldı. Bu tablo bize, millet olarak bir ve beraber olmanın artık ertelenemez bir görev olduğunu gösteriyordu. Çünkü birlik, aynı zamanda güç demektir; ayrılık ise her daim zayıflık ve azap getirmiştir.

Eğer biz gerçek anlamda bir güce sahip olmak istiyorsak, millet olarak bütünlüğümüzü korumamız şarttır. Farklı gruplara bölünerek birbirimizle çatıştığımızda, elimizdeki imkân ne kadar değerli olursa olsun, dünya siyasetinde bir karşılık bulmamız mümkün değildir. Tam tersine, ancak bir ve bütün olduğumuzda hem Türk Cumhuriyetlerinde hem de İslam coğrafyasında söz sahibi olabiliriz. Bugün bölgedeki tüm aktörler de bunu görüyor: Amerika, İngiltere, Rusya, Fransa… Hepsi, bu coğrafyanın başını çekebilecek tek devletin Türkiye olduğunu biliyor. İşte bu nedenle karşımıza çıkacak her problem, bizi parçalamaya değil; tam tersine vahdetimizi pekiştirmeye vesile olmalıdır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Türkiye’nin önünde çok büyük bir fırsat açılmıştı. Hem Türk Cumhuriyetleriyle hem de İslam coğrafyasıyla yakın ilişkiler geliştirebilecek, bölgesel bir lider olabilecek potansiyele sahipti. Ancak bu süreç, ABD’nin başını çektiği Büyük Ortadoğu Projesi’nin gölgesinde şekillendi. ABD, Türkiye’nin bölgede lider ülke olmasını istemedi ve Ankara’yı sürekli “havuç-sopa” politikasıyla yönlendirdi. Avrupa Birliği uyum süreci de bu politikanın bir parçasıydı. “Alıyoruz, alacağız” söylemleriyle Türkiye oyalandı; bu süreçte Türk Cumhuriyetleri ve İslam ülkeleriyle ilişkilerin güçlenmesi engellendi.

Türkiye, devlet politikası yerine hükümet politikalarıyla yol aldığı için uzun vadeli bir stratejik hedef belirleyemedi. Oysa bireysel ya da kurumsal yaşamda olduğu gibi, kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirlenmeden istikamet çizilemez. Ne yazık ki Türkiye, bölgesel liderlik hedefini hiçbir zaman sahiplendirilmedi; her zaman birilerine “uydu” olmayı tercih etti. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ve “Bağımsızlık benim karakterimdir” sözleri, onun döneminden sonra sürdürülemedi.

AKP iktidarıyla birlikte bu tablo daha da keskinleşti. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” söylemi kısa sürede “bütün komşularla sorun” politikasına dönüştü. Geri kabul anlaşması dahil olmak üzere pek çok uygulama, Türkiye’nin bağımsız iradesini zayıflattı. Bugün gelinen noktada ise üç farklı projenin ortaklaştığını görüyoruz: ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi, Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm modeli ve siyasal İslamcıların Büyük Osmanlı Projesi. Aslında her üçü de aynı amaca hizmet ediyor. AKP tabanı “Büyük Osmanlı” diyerek, DEM tabanı “Demokratik Konfederasyon” diyerek aynı hedefe yürüyor; ABD ise bu süreci yöneten aktör konumunda.

Bölgedeki gelişmeler, Ukrayna savaşının uzamasıyla birlikte Rusya’nın güç kaybetmesine bağlanıyor. Ancak asıl kırılma, Rusya’nın Suriye’den çekilmesiyle yaşandı. Bu adım, Ukrayna ve Kafkasya’daki tavizlerin başlangıcı oldu. Zengezur Koridoru meselesi de bu çerçevede değerlendirilmeli. Artık Kafkasya, ABD ve Rusya arasındaki yeni çatışma merkezine dönüşüyor. Çin faktörü de unutulmamalı; çünkü “Bir Kuşak Bir Yol” projesinin güzergâhı bu coğrafyadan geçiyor.

Türkiye’de iktidara yakın çevreler Zengezur meselesini bir “zafer” gibi sunsa da aslında ABD’nin bölgeye yerleşmesi anlamına geliyor. İran da bu sürece hemen onay vermedi; bölgede yeni bir çatışma alanı oluşturuldu. Bu tablo, Türkiye’nin giderek bağımlı hale geldiğini gösteriyor. Artık “ABD’ye göbekten bağlı” değil, tabiri caizse “annesini babasını da ABD olarak gören” bir ülke haline getirildik.

Tarihsel örnekler bize ders veriyor. 1798’de Napolyon Mısır’a girdiğinde kendini “İslam’ın dostu” olarak tanıtmış, Kur’an’a el basarak Müslümanlara güven vermeye çalışmıştı. 2009’da Obama Kahire’de, “ortak çıkarlar ve karşılıklı saygı” söylemiyle benzer bir propaganda yürüttü. Trump da 2019’da “my friend Erdoğan” ifadesiyle aynı çizgiyi sürdürdü. Napolyon’un, Obama’nın, Trump’ın sözleri hep aynı amaca hizmet ediyor: Bölgenin yeniden yapılandırılması.

Sonuçta Osmanlı’nın 18. yüzyılda yaptığı hataların benzerlerini bugün Türkiye tekrarlıyor. Liderlik rolü üstlenmek yerine, küresel projelerin taşeronluğuna razı oluyor. Eğer bu çizgi devam ederse, Türkiye yalnızlaşmış ve bölünmüş bir ülke haline getirilebilir.

Benzer Yazılar
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Oldest
Newest Most Voted
Inline Feedbacks
View all comments
Doç. Dr. Ali Bestami Kepekçi