Asgari Ücret ve Açlık Sınırı Yüklenme tarihi 19 Aralık 202519 Aralık 2025 Yükleyen Ali Bestami Kepekçi Yine yıl sonuna geldik ve asgari ücret gündemin ilk maddelerine doğru tırmanmaya başladı. Ama ne var ki; Türkiye’de asgari ücret meselesi ne yazık ki olması gereken zeminde tartışılmıyor. Çünkü asgari ücretin tanımına baktığımızda, bir işçinin hayatını normal koşullarda sürdürebilmesi için gerekli en alt gelir düzeyi olarak tanımlandığını görürüz. Uzun uzun teknik tanımlara girmeye gerek yok; asgari ücret, özü itibarıyla insanın insanca yaşayabilmesi için gereken sınırı ifade eder. Ancak bugün Türkiye’de tartışılan asgari ücret, bu tanımın çok uzağındadır. Açıkça söylemek gerekir ki biz artık yoksulluk sınırını değil, açlık sınırının dahi altında kalan bir asgari ücreti konuşuyoruz. Mevcut rakamlar ortadadır. Açlık sınırı 29–30 bin lira bandında açıklanırken, asgari ücret 22 bin lira civarındadır. Diyelim ki bu rakama yüzde 25 ya da yüzde 30 oranında bir artış yapıldı. Uluslararası finans kuruluşlarının öngörülerine göre bu artışlarla dahi asgari ücret 26–27 bin lira civarında kalacaktır. Yani daha işe başlamadan açlık sınırının altında kalan bir ücret söz konusudur. Bu nedenle bu rakamların toplumda bir rahatlama yaratması mümkün değildir. Ancak burada ikinci bir sorun daha vardır. Asgari ücret artırıldığında, bu artış doğrudan maliyetlere yansımaktadır. İşveren üzerindeki maliyet baskısı arttıkça, bu durum fiyatlara yansımakta; fiyatlar yükseldikçe de yapılan ücret artışının alım gücü kısa sürede erimektedir. Dolayısıyla mesele, “asgari ücret ne kadar olsun” sorusundan çok, alım gücü nasıl artırılır sorusudur. Asıl çözümün neden bugüne kadar bulunamadığı da burada yatmaktadır. Çünkü mesele yanlış yerden tartışılmaktadır. Bu konuya dair gerçekçi çözüm, Prof. Dr. Haydar Baş tarafından ortaya konulan Milli Ekonomi Modeli çerçevesinde uzun yıllar önce detaylı biçimde açıklanmıştır. Çözüm şudur: Asgari ücret, yoksulluk sınırının üzerine çıkarılmalıdır. Ancak bu farkın tamamı işverenin sırtına yüklenmemelidir. Yoksulluk sınırı ile piyasa koşullarının ürettiği ücret arasındaki fark, devlet tarafından sübvanse edilmelidir. Örneğin yoksulluk sınırı 60 bin liraysa, asgari ücret de 60 bin lira olmalıdır. Bunun 27 bin lirası işveren tarafından ödenirken, kalan kısmı devlet tarafından vatandaşa destek olarak verilmelidir. Eğer bu yapılmazsa, asgari ücrete yapılan her artış, zincirleme biçimde maliyetleri artıracak; maliyet artışı fiyatlara yansıyacak, fiyatlar yükseldikçe de asgari ücretlinin alım gücü yine düşecektir. Burada önemli olan rakamlar değil, insanın cebine giren parayla ne alabildiğidir. Nitekim bazı ülkelerde asgari ücret için komisyon dahi toplanmamaktadır. Bunun yerine, belirli bir yaşam sepeti oluşturulmaktadır. Tıpkı enflasyon sepeti gibi… Bu sepette bir bireyin ayda ne tüketmesi gerektiği hesaplanır: Ne kadar gıda ne kadar ulaşım ne kadar kültürel faaliyet, örneğin ayda bir tiyatro, belirli miktarda et, sebze, meyve… Bu sepetin piyasa karşılığı neyse, asgari ücret doğrudan o rakam olarak belirlenir. Fiyatlar değiştikçe, ücret de otomatik olarak güncellenir. Doğru olan yöntem budur. Bu nedenle bugün yapılan göstermelik Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantılarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Beş hükümet temsilcisi, beş işveren temsilcisi, beş işçi temsilcisi ve bir bakan… Sayılar değişse bile sonuç değişmemektedir. Çünkü devlet “ben bir kişi düşüreceğim” dediğinde bile, denge yine devlet lehine kurulmaktadır. İşçi temsilcilerinin bu yapıya itirazı bu yüzden anlaşılabilir olmakla birlikte, sadece “katılmıyoruz” demek de tek başına çözüm değildir. Asıl sorun, komisyonun kaç kişiden oluştuğu değil; tartışmanın yanlış zeminde yapılmasıdır. Biz “yüzde 25 mi olsun, yüzde otuz mu olsun”u tartışıyoruz. Oysa tartışmamız gereken şey, asgari ücretin bir yaşam ücreti olduğu gerçeğidir. Eğer bu gerçek kabul edilmezse, açıklanan her rakam toplumsal karşılığı olmayan, daha cebe girmeden eriyen bir sayıya dönüşür. Bu yapıyla sonuç alınması mümkün değildir. İşverenin de bu yükü tek başına taşıması mümkün değildir. Bugün her gün kapanan iş yerlerini, vergisini ödeyemeyen işletmeleri, icra kıskacına düşen esnafı görüyoruz. Bu koşullarda “işveren elini cebine atsın” demek gerçekçi değildir. İşçiyi işverenle karşı karşıya getirmenin kimseye faydası yoktur. Yakın geçmişte kiracı–ev sahibi meselesinde yaşananlar bunun açık örneğidir. Yüzde 25 kira sınırı getirildiğinde, taraflar karşı karşıya geldi; toplumsal huzur bozuldu, hatta şiddet olayları yaşandı. Devlet, bu tür düzenlemeleri masa başında değil, her iki tarafın da gerçekliğini gözeterek yapmak zorundadır. Devlet, vatandaşına omuz verdiğini hissettirmelidir. “Ben yaptım oldu” anlayışıyla ne toplumsal barış sağlanabilir ne de ekonomik denge kurulabilir. Asgari ücret meselesi, yalnızca bir rakam tartışması değil; toplumsal huzurun, adaletin ve sosyal devlet anlayışının sınavıdır. Benzer Yazılar Kırlangıcın hikayesi Yankı Gece ile Gündüzü Nasıl Ayırt Ederiz? Oruçla? HEMEN PAYLAŞFacebookPinterestTwitterLinkedinEmailWhatsapp