15 Temmuz 2025 Salı

Prof. Dr. Haydar Baş’ın Uyardığı Günlere mi Geldik?

Geçtiğimiz günlerde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, İzmir’de yaptığı bir açıklamada Osmanlı’nın millet sistemini övgüyle anarak, bu sistemin “farklı unsurların merkezi otoriteyle birlikte uyum içinde yaşamasını sağladığını” söyledi. Sözler kulağa hoş gelebilir. Ama tarihî arka plana ve bugünkü gelişmelere bakınca, bu açıklamanın sadece bir nostalji olmadığını fark etmek zor değil. Bu tür ifadeler, özellikle yeni anayasa tartışmalarının alevlendiği bir dönemde, boşuna söylenmiş gibi durmuyor.

Tam da Türkiye’nin Suriye’de HTŞ ve SDG gibi unsurlarla yeni uzlaşı arayışlarına girdiği, PKK’nin sözde silah bırakma çağrılarının dolaşıma sokulduğu ve içeride “yeni anayasa” adı altında yapısal değişikliklerin konuşulduğu bir süreçteyiz. Bu şartlarda Osmanlı’nın çok hukuklu, çok kimlikli yönetim modeli yeniden masaya getiriliyorsa, mesele sadece tarih hatırlatması değil, bugüne ve yarına dair bir kurgu girişimidir.

Peki Osmanlı’nın “millet sistemi” neydi? Bugünkü anlamda bir “millet”ten söz etmiyoruz. O dönem millet, dini cemaat demekti. Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler… Her biri kendi içinde, kendi hukuk sistemine ve yönetime sahipti. Devlet ise bu yapılar arasında koordinasyon sağlıyordu. Herkes aynı çatı altında yaşıyordu ama aynı hukukla değil.

Zamanla bu sistem sarsıldı. Özellikle 1789 Fransız İhtilali ile birlikte gelen “ulus” fikri ve eşit vatandaşlık anlayışı Osmanlı’yı da etkiledi. 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanlarıyla bu yapıda bazı eşitlemeler yapıldı. En nihayetinde 1876 Anayasası’yla “hepimiz Osmanlıyız” denilerek çok hukuklu sistem resmen terk edildi. Ama geç kalınmıştı. İmparatorluk parçalanmaya başlamıştı bile.

Bugün yeniden bu sistemi hatırlatmak, aslında imparatorluk nostaljisiyle açıklanamayacak kadar ciddi sonuçlar doğurabilir. Çünkü dünya değişti. Artık çok kimlikli yapıların değil, vatandaşlık temelinde birlikteliklerin yaşadığı bir çağdayız. Öyle ki ABD’nin bugün bölgede yeniden “Türk-Kürt-Arap ittifakı” kurgulaması, Osmanlı’ya özlemle değil, yeni bir düzenleme planıyla ilgilidir.

Bu noktada, Prof. Dr. Haydar Baş’ın yıllar önce yaptığı uyarılar yeniden akıllara geliyor. O dönem birçok kişi bu sözlere kulak asmamış olabilir. Ancak bugün yaşanan gelişmeler, o sözlerin ne kadar isabetli olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

15 Haziran 2025’te kayıt altına alınmış bugünlerde yeniden gündeme gelen ve milyonlarca kişiye ulaşan videoda Haydar Hoca açık bir şekilde şunları söylüyor:

“Türkiye’yi bölme senaryosu hayata geçtiğinde, 3 parti HADEP, Milliyetçi Hareket ve AK Parti el altından bir olup Türkiye’yi bölecekler. Cumhuriyet Halk Partisi ise sadece göstermelik bir muhalefet yapacak.”

Bu tespit, sadece siyasi dengelere değil, kurulan büyük oyuna da işaret ediyor. O günlerde dile getirilen bu öngörünün bugün bu kadar net karşılık bulması, artık hiçbir şeyin tesadüf olmadığını gösteriyor.

Şimdi sormak gerekiyor: Yeni anayasa konuşulurken kimler masada? Türk, Kürt, Arap, Alevi gibi kimlikler üzerinden ayrı ayrı temsil istenmesi, eşit vatandaşlık ilkesine mi hizmet eder, yoksa farklı hukuki statülerle özerklik kapısını mı aralar? Anayasa bir üst metindir. Kimseyi dışlamaz, ama birilerini özel tanımlarla içeri alırsa, bu eşitlik değil ayrıcalık olur.

Kaldı ki halkın birbirine bir kini yok. Türk’ün Kürt’le, Arap’ın Türk’le bir derdi yok bu ülkede. Ama PKK gibi yapılar, yıllardır hem Türk’ün hem Kürt’ün hem de Arap’ın evlatlarını hedef alıyor. Gerçek düşmanlık, emperyalizmin taşeron örgütleriyle milletin arasına sokuluyor.

Son yıllarda “ümmet ittifakı”, “Osmanlı kardeşliği” gibi söylemlerle yeni bir dil kuruluyor. Lozan sorgulanıyor, Sevr yeniden hatırlatılıyor. Bu söylemler bölgeyi barışa değil, yeniden şekillenmeye hazırlıyor. Bu noktada Haydar Baş bir kez daha haklı çıkıyor. Şöyle diyordu:

“Bu işin temelinde Amerika’nın talimatlarına uyma, emir eri olma politikası vardır.”

Türkiye’nin kurtuluşu dışarıdan alınan reçetelerde değil; içeriden, milletten gelen iradededir. Prof. Dr. Haydar Baş, bu iradeyi yıllar öncesinden tarif etti. “Milli Ekonomi Modeli” ve “Bağımsız Türkiye Partisi” üzerinden ortaya koyduğu çözüm, sadece bir ekonomik model değil; aynı zamanda toplumsal barışın, egemenliğin ve milli birliğin teminatıdır.

Haydar Hoca’yı anlamak bir bilgi meselesi değil, bir yürek meselesidir. O, olayları önceden görenin değil, göremeyenin sorgulanması gerektiğini defalarca söylemişti. Bugün hâlâ göremeyenler varsa, sorun gözlerinde değil, terazilerindedir.

Ahkâm-ı Hatime

Türkiye bugün yeni bir dönemece giriyor. Tartışılan yalnızca bir anayasa değil; aynı zamanda kimlik, aidiyet ve gelecek tasavvurudur. Bu süreçte asıl ihtiyaç duyulan; kimin ne kökenden geldiği değil, bu topraklarda nasıl birlikte kalınacağıdır.

Prof. Dr. Haydar Baş, bu soruya yıllar önce cevabını verdi:
Birlik, ekonomik bağımsızlıkla başlar; adaletle güçlenir, eşit vatandaşlıkla korunur.

Ortaya koyduğu “Milli Ekonomi Modeli” ve millet anlayışı; etnik, mezhebî ya da sınıfsal farklara dayanmayan; herkesi aynı hukuk içinde, aynı devlet çatısı altında eşit gören bir Türkiye’nin mümkün olduğunu gösterdi.

Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey; daha fazla ayrışma değil, daha derin bir kucaklaşmadır. Kimlikleri çatışma aracı değil, kültürel zenginlik olarak gören, herkesi ortak vatanda buluşturan yeni bir anlayıştır.

Gün, sloganlarla değil; bilinçle, sağduyuyla ve adalet duygusuyla yol alma günüdür.
Milletimizin feraseti hep rehber olmuştur. Bugün de olacaktır.
Yeter ki hakikati doğru yerden ve doğru kişilerden dinlemeyi bilelim.

Prof. Dr. Haydar Baş uyardı. Gösterdi. Yazdı. Konuştu.
Şimdi bu sesi duymak, anlamak ve barış içinde çözüm üretmek hepimizin görevidir.

Benzer Yazılar
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Oldest
Newest Most Voted
Inline Feedbacks
View all comments
Doç. Dr. Ali Bestami Kepekçi