Barışın Bedeli Ne Olacak? Yüklenme tarihi 16 Temmuz 202516 Temmuz 2025 Yükleyen Ali Bestami Kepekçi Türkiye’de bugün “Terörsüz Türkiye” adıyla yürütülen süreç, kamuoyuna barış ve huzurun tesisi olarak sunuluyor. Lakin bu sürecin derinlemesine incelenmesi, meselenin yalnızca “silah bırakma”yla sınırlı olmadığını; çok daha kapsamlı bir kimlik, egemenlik ve sistem tartışmasını beraberinde getirdiğini göstermektedir. Bu noktada, Prof. Dr. Haydar Baş’ın 15 Kasım 2003 tarihli bir televizyon konuşmasında sarf ettiği ifadeler, aradan geçen 20 yıla rağmen hâlâ güncelliğini koruyor. O konuşmasında şöyle demişti: “Hiçbir zaman, hiçbir şartta bağımsızlık tartışma konusu olamaz.” Bugün “barış” adıyla yürütülen sürecin satır aralarında, bağımsızlığın tanımı yeniden yazılmak istenmektedir. Silahlar susuyor, evet. Ama o silahların yerine konuşmaya başlayan ifadeler dikkat çekici: “özerklik”, “etnik temsiliyet”, “yeni anayasa”, “yeni vatandaşlık tanımı” gibi kavramlarla, üniter devletin ve millî kimliğin altı oyulmaktadır. Prof. Dr. Haydar Baş, bağımsızlığın yalnızca fiziki sınırların korunması anlamına gelmediğini, aynı zamanda can emniyeti, mal emniyeti, din ve vicdan hürriyeti, kimlik ve kültür bütünlüğü gibi temel değerlerle doğrudan ilişkili olduğunu vurgulamıştı. Ve haklıydı. Çünkü bağımsızlığın tanımı değiştiğinde, artık hiçbir şey yerli yerinde kalmaz. Şöyle demişti: “Bağımsızlığın tarifi değiştiyse, can emniyeti de değişmiştir, vatan emniyeti de.” Bugün bize dayatılan yeni “barış” tarifinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri geri plana itilmekte, yerine Batı merkezli çok kimlikli bir yapının taşları döşenmektedir. Prof. Baş, bu noktada Türkiye’nin kendi “millî insan modeli”ni inşa edememesini en büyük zaaf olarak görür ve ekler: “Kendi kimliğini ortaya koymayan, başkasının senaryosunda figüran olur.” Türkiye bugün tam da bu girdabın içindedir. Kendi millî kimliğini, kendi vatandaşlık tarifini, kendi tarihsel referanslarını inşa etmek yerine; Batı’nın çizdiği kimlik haritasına uyum sağlama çabasındadır. Oysa Avrupa Birliği süreci üzerinden gelen talepler çok nettir: “Kimliğini değiştir, kültürünü değiştir, siyasî yapını dönüştür.” Ve tüm bunlar, sözde “barış” ve “insan hakları” ambalajı içerisinde sunulmaktadır. Haydar Baş’ın şu tespiti bu bağlamda oldukça çarpıcıdır: “Avrupa seni sen olduğun için kabul etmez. Müslüman Türk kimliğini silmeden almaz.” Bugün aynı dayatmalar, terörün sona erdirilmesi adına yeniden masaya sürülmektedir. “Barış” adı altında, “yeni anayasa”, “çok kimlikli yapı”, “etnik temsiliyet” ve “yeni vatandaşlık tanımları” gibi talepler gündeme getirilmekte; bu süreçte bazı temel kavramların içi sistematik biçimde boşaltılmaktadır. Silahların susması, kamuoyuna bir kazanım gibi sunulsa da bu sessizliğin ardında, yeni bir siyasal statü, farklı bir anayasal çerçeve ve kimlik anlayışı inşa edilmeye çalışılmaktadır. “Çözüm” söylemiyle, “etnik haklar”, “yerel özerklik” ve “kültürel özerklik” gibi talepler üzerinden ülkenin üniter yapısı aşındırılmakta, terörist ise bu kez susturulmuş silahların yerine ideolojik söylemlerle sahneye çıkmaktadır. Bu tablo, Türkiye açısından sadece bir güvenlik meselesi değil, doğrudan bir varlık ve egemenlik meselesidir. Bugün sınırlarımızın ötesinde kurulan yapılar, etnik gruplar üzerinden şekillendirilen yeni devletçikler, geçmişten günümüze Güneydoğu Anadolu’ya dönük arazi alımları, anayasa tartışmaları ve “etnik haklar” adı altında dillendirilen talepler, aslında çok daha büyük bir projeye işaret ediyor:Türkiye’yi kimliksizleştirmek ve bağımsızlık anlayışını aşındırmak. Prof. Dr. Haydar Baş, bu noktada millî kimliğin tanımlanmasındaki zafiyeti de gündeme getirmişti. Türkiye’nin kendi millî insan modelini oluşturamaması, onu Batı’ya öykünen, kendi değerlerini inkâr eden bir topluma dönüştürmüştü. Bu tespit, bugün yaşadığımız kimlik krizini yıllar öncesinden gözler önüne sermişti. Yani mesele, “terör örgütü silah bıraktı mı?” sorusunun çok ötesindedir.Asıl mesele, Türkiye bu süreçte ne veriyor? Neyi kaybediyor? Neyi feda ediyor? Prof. Dr. Haydar Baş’ın 2003’te yaptığı şu uyarı bugün hâlâ geçerliliğini koruyor: “Türkiye’nin güneydoğu sınırlarını tanımayan bir ABD ile iç içe yaşamak, kendi egemenliğini tehlikeye atmaktır. Lozan’ı delmek isteyenler hâlâ devrededir.” Sonuç olarak, “barış” adı altında yürütülen her süreci alkışlamadan önce şu soruları sormak gerekir:Bu barışın bedeli ne olacak?Silah sustuğunda ses çıkaran irade kime hizmet edecek?Ve bu irade, Türk milletinin iradesiyle ne kadar örtüşüyor? Bugün yaşananlar, Prof. Dr. Haydar Baş’ın bu öngörüsünün ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir. Kuzey Irak’ta kurulan yapılar, Suriye’nin kuzeyindeki oluşumlar ve Güneydoğu Anadolu’daki talepler, aynı hedefin parçalarıdır:Türkiye’nin etnik temelde bölünmesi ve kimliksizleştirilmesi. Bu yüzden sormak zorundayız:Silahlar sustu diye, bağımsızlıktan mı vazgeçiyoruz?Barış dedikleri şey, acaba teslimiyetin diğer adı mı? Tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de millet olarak önümüzde iki yol var:Ya Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyerek irade koyacağız,ya da “sessiz bir işgal”in figüranı olacağız. Karar bizim, bedeli de. Benzer Yazılar Kırlangıcın hikayesi Yankı Gece ile Gündüzü Nasıl Ayırt Ederiz? Oruçla? HEMEN PAYLAŞFacebookPinterestTwitterLinkedinEmailWhatsapp