12 Ağustos 2025 Salı

Zaman Makinesiyle Geri Gitsek, Neleri Değiştirirdik?

Eğer tarihin akışına müdahale edebilme imkânı olsaydı, Mustafa Kemal Atatürk’ün belirlediği millî çizginin bozulmadan sürdürülmesine katkı sunacak bir ortamın inşasına destek verilmesi, bugün açısından hayati bir kazanım olurdu. Zira Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” ifadesiyle etnik ve mezhebi ayrımları aşan kapsayıcı bir vatandaşlık anlayışı inşa etmiş, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle ise iç barış ve dış politikada dengeyi esas alan bir rota çizmişti. Ne var ki bu çizgi zamanla aşındı; yerini kimlik temelli gerilimlere, yönü belirsiz ittifaklara ve toplumsal çözülmelere bıraktı.

Bu tarihsel kırılma noktasında, Prof. Dr. Haydar Baş’ın millî ve manevî değerlere dayalı söylemleri, Atatürk’ün ortaya koyduğu çizginin zamanla ihmal edilen yönlerini yeniden canlandırma adına önemli bir fırsat sunuyordu. Özellikle Ortadoğu’da mezhepler üzerinden vekâlet savaşlarının kurgulandığı bir dönemde, Prof. Dr. Baş’ın “Tevhid’in merkezi Ehl-i Beyt’tir” anlayışı; mezhepçilik fitnesini bertaraf etmeye ve ümmet içi çatışmaları önlemeye yönelik güçlü bir stratejik duruşu temsil etmekteydi.

2011 yılında, Suriye’de mezhep temelli iç karışıklıkların yeni başladığı günlerde Bursa’da düzenlenen Uluslararası Ehl-i Beyt Sempozyumu, bu stratejik uyarının en somut adımıydı. Türkiye, Suriye, Irak, İran, Azerbaycan ve Tanzanya gibi birçok ülkeden katılımcının yer aldığı bu toplantı, İslam coğrafyasının farklı unsurlarını aynı zeminde buluşturmayı amaçladı. Mezhebi farklılıkların çatışma değil, zenginlik olduğu anlayışı, Atatürk’ün “yurtta barış” ilkesinin bölgesel düzlemdeki bir yansımasıydı.

Aynı dönemde ise bazı çevrelerin, sahadaki çatışmaları mezhep temelli gerekçelerle meşrulaştırmaya çalıştıkları gözlemlendi. Rejim karşıtlarına destek vermeyi dinî bir sorumluluk gibi sunan açıklamalar kamuoyunun bazı kesimlerinde yankı buldu. Bu süreçte, inanç ekseninde taraf belirleyen söylemler hem İslam’ın evrensel adalet anlayışına hem de barış arayışına zarar verdi. Prof. Dr. Haydar Baş, bu ortamda inançların araçsallaştırılmasına karşı açık uyarılarda bulundu; millî ve dinî hassasiyetlerin istismarına karşı bilinçlendirme çalışmaları yürüttü.

Ancak bu noktaya nasıl gelindiğini anlayabilmek için yalnızca 2010 sonrası gelişmelere odaklanmak yeterli değildir. Zira 1990’lı yıllardan itibaren, bölgeye yönelik uluslararası politikaların mezhebi fay hatlarını derinleştiren etkiler doğurduğu çeşitli analizlerde sıkça vurgulanmıştır. Prof. Dr. Haydar Baş’ın Ehl-i Beyt merkezli tevhid stratejisini geliştirmesi, yalnızca bir inanç ilkesi değil; bu bölgesel kırılmaları öngören bir siyasi-manevi vizyonun sonucuydu.

Bu bağlamda, 1995 yılında ABD’nin Ankara’daki temsilcileri, Prof. Dr. Haydar Baş’la temas kurmak istemiştir. Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre, bu temasların amacı, dönemin küresel stratejilerine uygun biçimde Türkiye’deki bazı kanaat önderleriyle yakın ilişki geliştirme arayışıydı. Ancak Prof. Dr. Baş, bu davete oldukça net bir tavırla mesafe koymuş ve bağımsız duruşunu muhafaza etmiştir. Bu tercihin, ileride Türkiye’ye yönelik yürütülecek kültürel ve siyasi yönlendirme girişimlerinin dışında kalma bilinciyle yapıldığı görülmektedir.

Aynı dönemde bazı kişi ve çevreler bu tür projelere daha açık bir tutum sergilemiş, özellikle Dinlerarası Diyalog adı altında geliştirilen çalışmalar aracılığıyla, Türkiye’de dinî reflekslerin zayıflatılması, millî dokunun yumuşatılması ve inançlar arası sınırların silikleştirilmesi hedeflenmiştir. “Evrensel hoşgörü” başlığı altında yürütülen bu çalışmalar, tevhid anlayışını sulandırmış, geniş kitlelerin inanç bilincinde bulanıklığa yol açmıştır. Bugün toplumda gözlemlenen tepkisizlik ve yönsüzlük, büyük ölçüde bu süreçlerin kültürel yansımalarıyla ilişkilidir.

Bu atmosferde, Prof. Dr. Haydar Baş ve kadroları, yalnızca fikir düzeyinde değil, örgütlü sahadaki faaliyetlerle de kamuoyunu bilinçlendirme çabası yürütmüş; Türkiye genelinde, özellikle hafta sonları aynı gün 100 ayrı noktada gerçekleştirilen seminerlerde, bazı yapılar tarafından oluşturulan risklere dikkat çekilmiştir. O dönemde bu uyarılar geniş yankı bulmasa da, 15 Temmuz sonrasında devlet kayıtlarına yansıyan gerçekler, bu bilinçlendirme faaliyetlerinin ne kadar yerinde olduğunu göstermiştir.

Bu çabaların yalnızca kitlesel etkinliklerle sınırlı olmadığı da bilinmektedir. 2001 yılında, henüz AKP kurulmadan önce, çeşitli kaynaklara yansıyan bilgilere göre, Prof. Dr. Haydar Baş ile dönemin siyasi aktörleri arasında geçen özel bir görüşmede, “dinlerarası diyalog ve Fethullah Gülen yapılanmasının Türkiye açısından bir güvenlik riski taşıdığı” yönündeki değerlendirmeler dile getirilmiştir. Bu uyarıların resmî belgelerde bulunmaması, onları tarihsel değerinden düşürmez. Zira kamuoyuna açık konuşmalarında da Prof. Dr. Baş bu konularda sürekli uyarılarda bulunmuştur.

Ahkâm-ı Hatime

Bugün yaşanan kimlik tartışmaları, mezhep temelli ayrışmalar ve yapay ümmetçilik söylemleri, Türkiye’nin toplumsal bütünlüğünü ve devletin bekasını tehdit eder boyuta ulaşmıştır. Bu sürecin arka planında, geçmişte başlatılan projeler ve zamanında dikkate alınmayan uyarılar yatmaktadır.

Eğer Atatürk’ün millî birlik ve barış eksenli dış politika çizgisi kararlılıkla sürdürülse, Prof. Dr. Haydar Baş’ın stratejik uyarılarına kulak verilmiş olsaydı; Türkiye bugün çok daha güçlü, çok daha dayanıklı bir yapıya sahip olabilirdi.

Benzer Yazılar
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Oldest
Newest Most Voted
Inline Feedbacks
View all comments
Doç. Dr. Ali Bestami Kepekçi