Cumhuriyetin Temelleri ve Yeni Dönemin Sinyalleri Yüklenme tarihi 4 Temmuz 20254 Temmuz 2025 Yükleyen Ali Bestami Kepekçi Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un son açıklamaları, Türkiye’de uzun süredir devam eden sessiz ama derin bir zihinsel ve kurumsal dönüşüm sürecini dışa vurmaktadır. Uçum, Cumhurbaşkanı Erdoğan için “Onun yeniden cumhurbaşkanı olmaya ihtiyacı yok ama Türkiye’nin ona ihtiyacı var” derken, bir yandan da “Cumhuriyetin kuruluş süreci devam ediyor” diyerek, Erdoğan liderliğindeki mevcut yönetimi 1920 ruhuyla ilişkilendirmekte; dahası, Atatürk’ün başlattığı sürecin “tamamlayıcısı” olarak konumlandırmaktadır. Bu yaklaşım, yalnızca bir siyasi meşruiyet üretme stratejisi değil; aynı zamanda Cumhuriyetin kurucu ilkelerinin zihinsel olarak yeniden tanımlandığı bir yeniden kuruluş arayışıdır. Oysa Cumhuriyet’in temellerine baktığımızda, bu çabanın tarihsel gerçeklikle ne derece çeliştiği açıkça görülmektedir. Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı sürerken, 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurarak egemenliği padişahtan alıp millete devretmiştir. Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken, 1921 Anayasası hazırlanmış; savaş koşullarında dahi demokratik temsiliyet esas alınmıştır. 1924 Anayasası’nın yapım sürecinde ise, Meclis’te bazı milletvekilleri Kürt, Alevi, Sünni, Arap gibi etnik ve mezhebi kimliklerin anayasa metninde yer almasını teklif etmiş; ancak Atatürk bu önerileri kesin bir kararlılıkla reddetmiştir. O, “azınlık” tanımını yalnızca gayrimüslim unsurlarla sınırlamış; tüm Müslüman toplulukları “Türk milleti” çatısı altında birleştiren kapsayıcı bir yurttaşlık anlayışını esas almıştır. Tam da bu bağlamda, bugün bazı çevrelerde Şeyh Said gibi tarihsel figürlerin yeniden meşrulaştırılma çabaları dikkat çekicidir. Ancak burada da tarihî gerçeklik açık ve nettir: Şeyh Said isyanı, Kürt kimliği adına değil, hilafetin kaldırılmasına ve Cumhuriyet rejimine karşı; üstelik İngiliz destekli olarak “din elden gidiyor” propagandasıyla başlatılmış bir kalkışmadır. Bu isyan, sadece bir bölgesel başkaldırı değil, doğrudan Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına yönelik bir tehdit olmuştur. Bu noktada, Atatürk’ün yanında yer alan halk önderlerini hatırlamak gerekir. Bunların başında, Dersimli Diyap Ağa gelir. Alevi inancına mensup, Kürt kökenli bir halk büyüğü olarak, Birinci Meclis’te Atatürk’ün safında yer almış; Cumhuriyetin ve millet egemenliğinin kararlılıkla savunucusu olmuştur. 1925 yılında Şeyh Said isyanı patlak verdiğinde, Diyap Ağa şöyle der: “Şeyh Said’in isyan ettiğini duyduk, Elazığ’a gelerek hükümeti basmış. Vallahi şaşırdık. Gökten mi indi, yerden mi çıktı bu hain dedik. Bir kısmımız tepelerde bekledik, Dersim’e sokmadık.” Aynı şekilde, Meclisin Kayseri’ye taşınması teklifine de açıkça karşı çıkmış ve “Biz buraya kaçmaya mı geldik, savaşmaya mı?” sözleriyle, meclisin savaş koşullarında bile görev başında kalması gerektiğini savunmuştur. Şeyh Said için doğrudan “hain” nitelemesini kullanması, onun olaylara sadece mezhebi ya da etnik değil, vatanperver bir pencereden baktığını gösterir. Diyap Ağa şunu çok iyi biliyordu: Bu topraklarda birliği sağlayacak olan şey, ümmetçilik söylemi değil; eşit yurttaşlık temelinde tesis edilmiş Cumhuriyet’tir. Ve bu Cumhuriyet, kimliğini ne etnisiteden ne de mezhepten alır; milletin ortak iradesinden alır. Bugün geldiğimiz noktada, yeni anayasa tartışmalarıyla birlikte “Türk, Kürt, Alevi, Sünni” gibi kimliklerin ayrı ayrı anayasada tanımlanmak istenmesi vatandaşlık hukukunu parçalamakta, milletin birlik ve beraberliğine zarar vermektedir. Açık konuşalım: Türkiye, Lübnan benzeri çok kimlikli, çok başlı bir yapıya sürüklenmek istenmektedir. Bu hedef Sevr’de de vardı, şimdi “anayasa” kılıfıyla geri getirilmektedir. Bütün bu saldırılarda Atatürk’ü “din düşmanı” gibi gösterme gayreti de dikkat çekicidir. Oysa gerçek tam tersidir. Örneğin; Atatürk’ün çıkardığı Tevhid-i Tedrisat Kanunu, İslam’ı yok etmek için değil, korumak içindi. 19.yy’ın sonunda Osmanlı Devleti’ndeki yabancı okulların milletlere göre sayısı; Fransız okulları 72, İngiliz okulları 83, Amerikan okulları 465, Avusturya okulları 7, Alman okulları 7, İtalyan okulları 24, Rus okulları 44, İran okulları 2, Yunan okulları 3 biçimindeydi. Atatürk bu yasayla bu okulları tasfiye etmiş; eğitim sistemini millîleştirmiştir. Aynı zamanda dini siyasetin ve dış güçlerin tahakkümünden koruyarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. Bugün yapılan provokasyonlar da benzer bir çizgide ilerliyor. Madımak Katliamı’nın yıl dönümüne denk getirilen Leman karikatürü gibi olaylarla halkın dini duyguları kışkırtılmakta; “din elden gidiyor” algısı yeniden üretilmekte; bunun üzerinden hilafet ve şeriat söylemleri yeniden dolaşıma sokulmaktadır. 📜 Ahkâm-ı Hatime: Sonuç olarak mesele, yalnızca bir anayasa değişikliği değil; milletin birlik zeminini oluşturan vatandaşlık tanımının yeniden şekillendirilmesidir. Bu süreç, Cumhuriyetin temeline yerleştirilen ortak aklı, eşit yurttaşlığı ve Müslüman Türk milleti anlayışını parçalayabilecek nitelikte tehlikeler barındırmaktadır. Böylesi bir dönemde en büyük sorumluluk millettedir. Çünkü bu milletin ortak paydası Atatürk’tür. Prof. Dr. Haydar Baş’ın veciz ifadesi ile ‘Atatürk vatandır, Atatürk bayraktır, Atatürk birleştirici harçtır.’ Bugün halkımız şunu açıkça ifade etmelidir:“Benim kırmızı çizgim Mustafa Kemal Atatürk’tür. Onun ilkeleri etrafında birleşmeyenle yürümem.” Eğer bu şuurla hareket edilirse, Türkiye bir kez daha Osmanlı’nın son döneminde görülen çok kimlikli çözülme senaryolarına teslim olmadan, milli birlik ve bağımsızlık çizgisinde yoluna devam edebilir. Aksi takdirde tarih, yalnızca hatırlanmakla kalmaz; aynı hatalar tekrar ederse, yeni acılara da zemin hazırlar. Benzer Yazılar Kırlangıcın hikayesi Yankı Gece ile Gündüzü Nasıl Ayırt Ederiz? Oruçla? HEMEN PAYLAŞFacebookPinterestTwitterLinkedinEmailWhatsapp