3 Aralık 2024 Salı

Kendi hesabını yapmayanın hesabını başkaları yapar

Bir süredir, tarihi göç penceresinden okumaya devam ediyoruz.

24 Temmuz 1923.

Prof. Dr. Haydar Baş Hocamızın ifadesi ile ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi’ olan Lozan Barış Antlaşmasının imzalandığı tarihtir. 21 Kasım 1922’de başlayan Lozan Konferansı, İtilaf Devletlerinin Sevr Antlaşması’nı temel alma yönündeki dayatmasına Türkiye’nin direnmesi ve görüşmelere zaman zaman ara verildiği için sekiz ay sürmüştü. Azınlıklar konusunda Türk tarafı ‘Türkiye’de ırki azınlıkların bulunmadığını, ırki ya da dilsel azınlıkların himayesi prensibinin kabul edilemeyeceği” konusunda net bir kararlılık göstermiştir (Ahmet Yavuz, Lozan Barış Konferansı Tutanakları, s.173, s.179, s.195, s.198 Dışişleri Bakanlığı, Ankara,1968). 

Bu antlaşmanın azınlıklar maddesi, kanımca Mustafa Kemal’in dolayısıyla yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin göç politikasının da ilan edilmesidir.

Heyeti üyelerinden Dr. Rıza Nur hatıratında şunları dile getiriyor: “Frenkler ekalliyet diye üç nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet, dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne iyi düşünüyorlar… Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt vb. Rum ve Ermeni’nin yanına koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan bazı Türkmen boylarını da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi işittiğim vakit tüylerim ürperdi. Kıllarım sanki birer kazık oldu. Bileklerimi sıvadım bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmaya verdim. Pek uğraştım. Pek müşkülat ile fakat kaldırdım (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım II, s.259, İşaret Yayınları, İstanbul, 1992).

1923 Yılında imzalanan Lozan Antlaşması üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’dan gelen model çerçevesinde yalnızca gayri Müslim din gruplarına azınlık statüsü tanımıştır. Bunun dışında her Türk vatandaşı azınlık değil, aksine çoğunluğun eşit bir parçası olarak ele alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu modeli ile 20. Yüzyıl boyunca uyum içinde varlığını sürdürebilmiştir (Tunç H., Uluslararası Sözleşmelerde Azınlık Hakları Sorunu ve Türkiye, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 8(2)).

Bu tarihi antlaşma ile netleşen azınlık tanımı, hemen ardından Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilmiş olan karşılıklı nüfus değişiminin de esasını oluşturmuştur.

Bu dönemde de göç uluslararası siyasetin yine önemli bir parçasıydı. Ki birçok tarihçi iki Dünya Savaşı arasını “Mülteciler Dönemi” olarak adlandırır. Özelikle yeni kurulan ulus devletlerde kalan azınlıklar ve bunların göçleri meselesi dönemin en önemli gündem maddesi idi. “Kendi hesabını yapmayanın hesabını başkaları yapar.” ölçüsü gereği, o günkü toplu durumda “göç politikasını kendisi belirleyemeyen ülkeler başka ülkelerin göç politikalarına alet olmak zorunda kalmışlardır”.

“Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi” iki ülke sınırlarında yaşayan kişilerin, din esasına göre yer değiştirmesi kararlaştırılmıştır. Türk topraklarında yerleşmiş olan Rum Ortodoks dininden olanlar ile Yunan topraklarında yerleşmiş İslam dininden olanlar karşılıklı olarak yer değiştirilmiştir.

Avrupa Hristiyan ülkeleri, Osmanlıdan geri kalan toprak parçalarını birçok parçaya bölmek de kararlı idi. Sevr Antlaşmasında bunu net olarak görmekteyiz. Sevr’i uygulamak için en büyük kozları azınlık meselesi ve bu konuda ellerini güçlendiren en önemli konu da padişah hükümetine uygulattırdıkları göç politikası idi.

Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu’da ciddi bir insan gücü açığı ortaya çıkmıştı. Türkiye’de o dönemde nüfus yoğunluğu metrekare başına 13 kişiydi. Bu rakam Yunanistan’da 49, Romanya’da 62, Bulgaristan’da 58 kişiydi.

Osmanlı politikası gereği, Türkler savaşlarda ölürken, ticaret ve tarım büyük oranda gayrimüslimlerin kontrolüne geçmiş idi. Savaşlar nedeniyle erkek ve Müslüman nüfusun neredeyse sıfırlanması Anadolu’yu bir harabeye çevirmişti.

Falih Rıfkı Atay 1923-24 yıllarında Anadolu’yu bakın nasıl tasvir ediyor:

“Her yerde bağlar bozulmakta, zeytinlikler yabanileşmekte veya kesilmekte, balık avcılığı ölmekte, çarşılar kapalı durmakta idi… İzmir’den Uşak’a doğru yalnız tüten harabeler ve enkaz arasından geçmiştik…Baştan başa ziraati ile ticareti ile, zanaatleri ile, şehirleri, kasabaları ve köyleri ile, yeniden “inşa” edilecek, maddi ve manevi inşa edilecek bir vatan ve 12 milyon İngiliz lirası, yani iyice bir anonim şirket sermayesi kadar bir bütçe!”(Atay, F. R. (2008). Çankaya. İstanbul: Pozitif Yayınları).

Kurtuluş Savaşını yaptığımız ülkelerin mensupları iade edilirken, zulümle karşı karşıya olan öz ve öz kendi vatandaşlarımız Misak-i Milli Sınırlarına göç ettirilmiş idi. Bu bağlamda Rumeli’den göçler Türkiye’nin İki Dünya Savaşı arası dönemde yaşadığı Ulusal Güvenlik ve Savunma sorunu bağlamında önemli bir Müslüman ve erkek nüfus kaynağı oluşturdu. Balkanlar’dan Türkiye’ye göçler sonucunda 1927 yılından sonra işlenen toprakların yüzölçümünde %35’lik bir artışın olduğu görülmektedir.

“Elhamdülillah Türk’üm” diyen herkese dini kimliği üzerinden Türk olarak tanımlayan anlayış ile gelen göçmenlerin iktisadi ve demografik faydası takdire şayandır.    

Bir yanda Müslümanlığı ile övündüğümüz Osmanlının göç politikası ve sonuçları, bir yanda dinsizlikle itham ettiğimiz Mustafa Kemal’in göç politikası ve sonuçları.

Şunu hiçbir zaman unutmayalım. Müslüman feraset sahibidir. Şimdi anladık mı gerçek Müslüman kim?  

Benzer Yazılar
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Oldest
Newest Most Voted
Inline Feedbacks
View all comments
Doç. Dr. Ali Bestami Kepekçi